23 Haziran 2010 Çarşamba

İNANÇLI, SABIRLI VE AŞIK RİTA MARLEY

Sevil'in Dergisi 2010
Kanımızı kaynatan reggae müziğinin kralı Bob Marley’nin eşi Rita Marley… Fedakâr bir âşık, I-Threes grubu üyesi, hayatını efsaneye adayan bir kadın, eşini kaybetmiş olsa bile…


Rita Marley 25 Temmuz 1946 yılında Küba’da doğdu. Rita’nın müziğe olan eğilimi kilise korosunda şarkı söyleyen halası sayesinde gerçekleşti. Böylelikle halasından dersler alarak kendini geliştirdi. Rita’nın babası göç ettiği yerden ailesine yıllarca para yolladı. Rita için eğitim önemliydi. Central Branch’da aldığı ilköğretimden hemen sonra Dunrobin lisesinde burs kazandı. Ardından Bethesda pratik hemşirelik okuluna gitti. Gençti, halası ile yaşıyordu, babası yanında yoktu ve yaşamın onu hatalara sürüklemesi beraberinde geldi. O yıllarda saflığı ve gençliği yüzünden ilk kızını, Sharon’ı dünyaya getirdi. Bob Marley ile tanışması 1960’ların ortasında katıldıkları Peter Tosh toplantısında oldu. Müzik kariyerine başlaması I-Threes adlı grup için seçmelere katılması ile gerçekleşti.

“Aşk bu mu?”
“Bir gün prova yaparken birbirimizin gözlerinin içine baktık ve o şekilde şarkımızı söyledik. Dudaklarımız birbirine değdi ancak şarkı söylemeyi bırakmadık. Sanki birbirimize oksijen veriyorduk. Ağızdan ağıza can verir gibiydik.” “Aşk bu mu” diye düşünürken asıl adı bu olan şarkının sözleri o an için yazılmadı.

İkilinin tanıştıkları seneler içerisinde Bob ve Rita kısa sürede birbirlerine âşık olup evlenmeye karar verdiler. Rita’nın Bob’la geçirdiği yıllar belki de en zorlu zamanlardan biriydi. Çünkü Rita’nın zamanı yıllarca Bob’un onu başka kadınlarla aldatmasına ve diğer hemcinslerinden sahip olduğu çocukların bakımına kadar tahammül sınırını zorlamakla geçti.

Rita bir kadın olmasının yanında, anne ve sadık bir eş. En zor şartlarda bile olsa çocuklarını en iyi şekilde bakmış ve eğitimlerini sağlamış. En yoksul, en parasız geçirdikleri dönemlerde bile çocuklarından ayrı kalmak pahasına da mesleği olan hemşireliği yaparak ayakta kalmayı başarmış. Bob Marley zaman zaman bazı hatalar yapsa da onu hep affederek sevgisini bir nebze bile eksiltmeden, eşi son nefesini verene kadar yanından ayrılmamış. Aslında hala efsanenin yanında yer alıyor. Onun için şarkı söylüyor, çalışıyor ve eşini tüm dünyaya unutturmamak için elinden gelen her şeyi yapıyor. İnancı ve torunları ile hayata sevgi dolu yaklaşan Rita Marley tüm yaşamını “Bob Marley ve Hayatım No Woman No Cry” adlı kitabında topladı.

Rita, Bob Marley’in ölümünden sonra, İngiltere’de birkaç albümü ile oldukça başarı sağladı. 1986’lı yıllarda ciddi bir karar alarak Bob Marley’in 56 Hope Road evini Bob Marley Müzesi haline getirtti. Bunların yanı sıra; Robert Marley Vakfı, Bob Marley Şirketler Grubu’nun da kurucusudur. 2000 yılında da Rita Marley vakfını kurdu. Rita’nın amacı sadece vermekle ilgili değil başarmak ve başkasına muhtaç olmamakla ilgiliydi. Afrika’da lokanta gibi küçük işletmeler kurulmasına, öksüzlerin evlat edinilmesine, hayır kurumlarının yardım edilmesine kadar hiçbir konuda desteğini esirgemedi. Hastaları muayene etmeleri için hastanelere doktorlar getirildi. Gönüllü olarak hizmet veren doktorlar bulundu.

KALABALIK BİR AİLE
Kalabalık bir ailenin annesi olan Rita’nın toplamda 6 tane çocuğu var. Bob, Rita’nın iki çocuğunu evlatlık edinerek onlara soyadını da verdi. Bob’un da Rita’dan ayrıca 3 çocuğu dünyaya geldi. Toplamda Bob’un 12 tane çocuğu var. Kalan 7 çocuğu ise ilişkiye girdiği diğer kadınlardan olmuştur.

EFSANENİN SON NEFESİ
En acı olay elbette bir kadının eşini kaybetmesidir hiç şüphesiz. Bob Marley genç yaşında kanser olarak tüm ailesini üzdü. Memorial Sloan-Kettering Kanser Merkezine yatırılarak tedavi olsa da ne yazık ki hayatını hiç beklenmedik şekilde kaybetti. Bob; sevdiklerini hayal kırıklığına uğratırken sevgili eşini de uzun bir yasa boğdu. Gençliğinde çok çekse de Rita, eşine sadık ve inançlı yapısı ile kişiliğinden ödün vermeden Bob’un yanından ayrılmadı.

Legend turnesi de bu sayede başlamış oldu. Rita’nın yas tutacak zamanı bile olmadan, kendini koşturduğu işlerde bulması an meselesiydi. Çünkü Bob herhangi bir vasiyetname, mektup bile yazmamıştı. Rita’nın vergiler, sözde menajer telefonları, oğlu olduğunu iddia eden bir takım insanlar ile vaktinin çoğunu bu şekilde geçirmesine neden oldu. Geçen 20 yıl zarfında Bob’un işine ve Bob’un müziğine yoğunlaştı. Böylelikle Rita, efsaneleştirdiği Legend turnesini başlatarak Bob’u sevdikleri ile tekrar buluşturdu.

Mütevazı yapısı komşuları tarafından biliniyordu çünkü ünlü olan diğer sanatçılar gibi onun hayatı gayet normal ve olağandı. Meraklı insanlar Rita Marley’in neden pazara gittiğini bir türlü anlayamasalar da o mütevazı yapısı sayesinde halkla iç içe yaşamak istediğini dile getiriyor kitabında. Bu anlamda efsanenin eşi olması hayatında ki hiçbir şeyi değiştirmemiş anlaşılan.

Rita Marley Albümleri

1967: Pied Piper
1980: Rita Marley-Trident
1981: Who Feels It Knows It
1983: It’s About Time
1988: Harambe
1988: We Must Carry On
1990: Beauty Of God’s
1990: Good Girls Cult
1990: One Draw
2003: Sings Bob Marley And Friends
2004: Play Play
2005: Sunshine After Rain
2006: Gifted Fourteen Carnation

ÇAĞIN SENDROMU ADRENAL YORGUNLUK

Sevil'in Dergisi 2010

Yaşam stresi, aşırı sinirli tavırlar, işlere yoğunlaşamamak, halsizlik, fiziksel bozukluklar ve cinsel isteksizlik… 21.yüzyılın sendromu olarak tanı konan sağlık sorununun adı; Adrenal yorgunluk.
Günümüz insanlarının belki de ortak sorunlarından biri olan Adrenal yorgunluğu iyileştirmek mümkün… Eğer yoğun tempolu bir yaşam sürüyorsanız ve uzun saatler süren gergin çalışma koşullarınız da bunlara ekleniyorsa bu hastalığın belirtileri baş gösteriyor. Genellikle hastanelerin dâhiliye bölümüne akın eden insanların şikâyetleri nedeniyle başvurular dikkat çekiyor. Korkulan rakam ise her geçen gün %20–25 oranında artış gösteriyor olması. Şikâyetler en çok kadınlarda 25–50 yaş aralığında saptanıyor. Hastalığın aniden ortaya çıktığı da gözlemlenmiş.
Adrenal Yorgunluğu nedir?
Daha çok stresli insanlarda ortaya çıkan Adrenal yorgunluk, stresle baş etmek için kortizol salgılayan böbreküstü bezlerinin aşırı derecede çalışarak yorgun düşmesinden kaynaklanıyor. Sonuç olarak vücutta kortizol hormonu seviyesi hızla azalırken vücut stresle baş edemez hale geliyor.
Bitkin ve stresli olmak, sabah yataktan kalkmak istememek, gün içerisindeki problemlerle baş edememek, nedensiz yorgunluk, stresle başa çıkamamak bu hastalığın belirtileri arasında yer alıyor. Hayatın güzelliklerinden zevk alamamak, konstrasyon kaybı, hafıza bozukluğu, nedensiz baş ağrıları, uyuyamamak ise bu hastalığın tipik belirtileri olarak göze çarpıyor.
Hastalığın ortaya çıkışı
Adrenal yorgunluğun en büyük sebepleri arasında kötü beslenme alışkanlıkları da ön planda. Düşük lifli, şekerli gıdalar ile beyaz unlu yiyeceklerin tüketimi bu hastalığın en büyük dostu. Ancak bu sendroma engel olmak ya da ortaya çıkmasını önlemek de kişinin kendi elinde. Taze meyve, sebze yönünden eksik beslenmemek, derin ve dinlendirici uyku uyumak, her gün geç saatlerde yatmayı alışkanlık haline dönüştürmemek, herhangi bir uğraş veya hobi edinmek gibi bir yaşam tarzı benimseyerek hastalığa engel olmak hiç de zor değil aslında.
Kendini yeteneksiz hissetmek, boş yere yaşadığını düşünmek-işe yaramama hissi, mesleğini sevmeyen ve mükemmeliyetçi biri olmak ise bu hastalığın ortaya çıkışında oldukça etkili bir diğer psikolojik etkenlerden…
Tedavi edilebilir
Bu sendrom maalesef herhangi bir ilaç ile tedavi edilemiyor. Çünkü bu süreçte kullanılabilecek kanıtlanmış herhangi bir ilaç henüz yok. Ancak bazı antidepresan ilaçları kullananlar mevcut. Psikolojik terapi sayesinde planlı egzersiz programları ile bu hastalığa çare %70 oranında yükselebiliyor. Bununla birlikte Adrenal yorgunluğu tedavisi 12 hafta ile hastanın da verdiği tepkilere göre bir yıl arasında değişiklik gösteriyor.
Ne yapmalıyım?
Sadece beslenmeye bağlı egzersizler ile Adrenal yorgunluktan kurtulmak pek mümkün gözükmüyor. Bu hastalıkla başa çıkabilmek için öncelikle alanında uzman doktorlar ile iletişime geçilmesi gerekiyor. Ardından doktorun önereceği ve vereceği programa uygun bir yaşam modeli belirlemek.
KUTU İÇİNDE VERİLECEK BİLGİLER
Adrenal Yorgunluğu sebepleri
• Kötü beslenme alışkanlığı
• Yorgunken kafeinli içecekler, tuzlu yiyecekler ve tatlılar
• Geç saatlerde yatmak
• Kendini yeterli bulmamak
• Mükemmeliyetçilik
• Aktiviteden ve sosyal yaşamdan uzak yaşamak

SİZİN TATİLİNİZ HANGİSİ

Kışın rutinliğinden kurtulmanın zamanı geldi. Ruhun yorgunluğu ve bitkinliği sadece yaz tatili ile toparlanabilir. Masa başında plan yapanlar için yaz tatili hala soru işaretinde kalmış da olabilir.

Planlar ve programlar dâhilinde yaz tatili birçok alternatif ile toplanabilir. Parıldayan güneş, kum taneleri üzerinde yürüyüşler ile hareketli aktiviteler, ya da çok sakin bir tatil de tercih sebebi olabilir. Belki de keşiflerle dolu bir tatil planlanacaktır. Ya da kararsızlık boy göstermiş de olabilir. Ancak bu karmaşanın içerisinde kişiye özel bir tatil planı ayarlamak da mümkün.

SAKİN AMA MERAKLI
Bu tip karaktere sahip kişiler; çok kalabalık olmayan tatil yörelerini tercih etmeli. Çünkü bu kişiler arkadaş grubu ile tatil yapmak yerine eşi ya da bir arkadaşını tatil boyunca yanında görmek isteyecektir. Bunun için sohbet etme imkânı olan, doğa içerisinde bir tesis en uygun olanıdır. Gidilecek tatil yöresine göre sakin geçen gündüz programının ardından doğa ile iç içe, antik kentlerin büyülü atmosferinde tarihte yolculuğa çıkmak en keyiflisi olacaktır.

MACERAYI SEVEN
Sırt çantası ile sürekli gezen yerinde duramayan, plansız programsız tatil yapanlar için ise; deniz, kum, güneş her yerde… Şuraya buraya gideceğim programını yapmadan da yaz tatilinde bol bol denize girilebilir. Üstelik özgür ve daha rahat… Nereye gidilirse gidilsin mutlaka bir halk plajı ya da bir ücret karşılığı girilebilecek tesisler oldukça fazla. Üstelik deniz dışında farklı tatları da keşfetme imkânı ile birlikte herhangi bir tura katılmaksızın arzu edilen yerlerin keşfi bu kadar rahat bir tatil ile sağlanabilir.

KİTAP KURDU
Belki de bu yaz sadece kitap okumak, denize girmek, güneşlenmek, güzel yemekler yemek ve erkenden yatmak da tatil planına eklenebilir. Bu sayede büyük masraflardan kaçınılarak daha mütevazı bir tatil yapmak da mümkün. Bunun için uygun bütçeli bir ev kiralamak en akıllıca seçenek olacaktır. Tatilini ertesi gün ne yapacağım paniği yaşamadan geçirmek isteyenler için bu öneri ideal gibi görünüyor.

SPOR MERAKLISI
Belki de evin kütüphanesinde okunmayı bekleyen bir sürü kitap vardır. 1 hafta ya da 15 günde kim bilir kaç kitap bitirilir. Ya da kışın yoğunluğundan dolayı vakitsizlikten yapılamayan şeylere vakit ayırabilinir. Örneğin bu süre zarfında ilgi alanına girebilecek spor seçeneklerinden biri ile vaktin nasıl geçtiği anlaşılmaz bile… En basitinden kış sezonunda imrenilen deniz kenarında yapılacak gündüz yürüyüşlerini bile gerçekleştirmek bu spora dâhil bile olabilir.

ÖZGÜR RUHLU
Bu yaz bütçesi olmayanlar karamsarlığa düşmemeli. Çünkü tatil sadece uzaklara kaçmak ve çok paralar harcamaktan ibaret değildir. Deniz, kum, güneş, nereye gidilirse gidilsin kişinin hep beraberinde olacaktır. Üstelik kilometrelerce uzaklara gidilmeden… Bunun için günübirlik turlar ya da her hafta sonu düzenlenecek bir program en ideal çözüm olarak görünüyor. Üzerinde düşünüp kafa patlatmak yerine sadece plaj çantası ve birlikte olmaktan keyif alınan dostlarla da plan yapmak mükemmel bir seçenek olacaktır.

RÖPORTAJ (SELİN ŞEKERCİ)


BAŞARISININ SIRRI ÖNCELİKLE İSTEMEK

Sevil'in Dergisi 2010




“Oyunculuk konusunda korkusuzum. Önüme ne konursa konsun, hangi karakter istenirse istensin bunu başarabilirim. Benden her kadın çıkar.”


Selin Şekerci; ekranlarda yeni bir yüz, yeni bir karakter ve önü çok açık bir oyuncu olarak karşımızda. Yaşı genç olmasına rağmen oldukça iddialı… Acelesi yok. Emin adımlarla ilerleyerek en doğru projelerde yer alarak hayallerini gerçekleştirme yolunda çok doğru bir çizgide yürüyor.

Hepimiz onu Melekler Korusun dizisinde Özgür rolünde izliyoruz. Sevenleri de oldukça fazla. Biz Selin’i sizlere daha farklı bir yüzünü; daha kadınsı tarafını tanıtmak istedik. Henüz çok genç olsa da bizlere kadınsı kişiliğini rahatlıkla göstererek her tip kadın rolüne bürünebileceğini kanıtladı. Kısa ve kıvırcık saç modeli dışında vamp görünümlü Selin Şekerci işte karşınızda.

İzmir doğumlusun bildiğim kadarıyla. Bize okul hayatını anlatır mısın?
Evet, Karşıyaka’da doğdum. İlkokul, ortaokul ve liseyi İzmir’de okudum. İzmir Devlet Tiyatrosu’nu bitirdim. İzmir’de özel tiyatrolarda çocuk oyunlarında oynadım. Daha sonra içimdeki oyunculuk aşkı ile İstanbul’a geldim. Diziler ve reklamlar beraberinde geldi.

Melekler Korusun’dan önce seni Kavak Yellerinde gördük.
Kavak Yelleri Zeynep karakterini üç bölüm canlandırdım. Melekler Korusun’da Özgür adlı üniversite öğrencisini canlandırıyorum.

Oyunculuk kariyerin nasıl başladı? Çok kısa bizimle paylaşır mısın?
Aslında balerin olmak istiyordum. Ama ne yazık ki bir kaza geçirdim. Daha sonra annem sosyal aktivite olsun diye tiyatro yapmamı istedi. Lisede profesyonel olarak başladım ve tiyatro hayatıma giriverdi.

Oyunculuğun hayatına girmesi biraz da annen sayesinde oldu yani.
Evet.(Gülüyoruz)

İlk oyunculuk deneyimin nasıldı peki?
Sahne seyircilerden daha yüksek durduğunuz için güven teşkil eden bir yer. Kendinizi dünyanın fatihi gibi hissediyorsunuz. İlk sahneye çıktığımda bir gün buralarda olacağımı hissetmiştim. Kendi kendimi doldurdum. İlk sahneye çıktığım zamanı hatırlıyorum da… Ben zaten biliyordum. Sanki film şeridi gibi geçti gözümün önünden yapacaklarım. Bir gün bu işi yapacağımı gerçekten biliyordum. Hayatımda kendimi iyi hissettiğim yer sadece sahne! Dediğim gibi insanın kendine güveni geldi mi işte o zaman her şeyi yapabilir. Ben de öyle yaptım, yapacağıma inandığım daha çok şey var.
Özgür karakteri dışında ne tip rollerde yer almak istersin?
Belki inanmayacaksın ama oyunculuk konusunda gerçekten korkusuzum. Önüme ne konursa onu yaparım. Buna yürekten inanıyorum. Her kadın benden çıkar. Melekler Korusun’da yer almak bana çok şey kattı. Bir kere benim için çok büyük bir deneyimdi. Aksini iddia edemem. Asla! Çünkü çok deneyimli usta kişiler ile aynı projede yer aldım. Hümeyra, Avni Yalçın benim gibi işe yeni başlayan oyunculara çok şey öğretebilir, katabilirler. Her zaman bir elleri benim üzerimdeydi. Belki de eğitim almadığım için daha çok üzerime titriyorlar. Elbette eğitildim. Ancak bir üniversite ya da konservatuar mezunu değilim. Buna rağmen beni çok iyi motive edip bana çok önemli şeyler kattıklarına inanıyorum.

Hayranların seni gördüklerinde nasıl davranıyorlar? Seni çok sevdiklerini nasıl gösteriyorlar?
Beni çok seviyorlar gerçekten. Ama beni rolümle öyle bir özdeşleştirmişler ki, Selin değil de Özgür sanıyorlar. Normalde Selin Şekerci gerçek hayatta da Özgür gibi yaşar, Özgür gibi hareket eder düşüncesiyle yaklaşıyorlar bana.

Peki Selin Şekerci nasıl biri? Özgür’den farkın ne?
Ben Özgür’den daha durgun olduğum için oldukça tepki aldım. Bana Özgür gibi ol diye kızdılar. Bu beni böyle olduğum için sevmedikleri anlamına gelmiyor elbette. Ben halimden çok memnunum. Beni seviyorlar.



Aşırı sevgiden rahatsız olmuyor musun?
Evet.(Gülüyor) Tabi bu kadar sevgi garip gelmiyor değil. Çünkü karşılıksız seviyorlar beni. Normal hayatında değil bu kişiler ve neler yaptığımı bilmiyorlar. Belki dünyanın en kötü kadınıyım ben. (Yine gülüyor) Şimdiye kadar kötü bir tepki almadım. Eleştiri almadım. Beni en çok ayakta tutan belki de bu gerçek.

Selin Şekerci bir gününü nasıl geçirir?
Tanınmak bana hiçbir artı getirmedi. Sadece sevgi yumağı haline dönüştüm. Ben çok fazla dışarıda dolaşan bir tip değilim. Genelde evdeyim. Gün içinde Selin Şekerci uyanır, kahvaltısını özellikle ihmal etmeden, atlamadan yapmaya özen gösterir ve beraberinde çay… Çünkü kahvaltıda çay yoksa korkunç bir insan olabilirim o an için.

Bazıları da kahveye düşkündür.
Aynen öyle. Alışkanlık bu.

Kahvaltı ve çay ardından peki?
Moda çay bahçesinde yaşlı dedeler ve ninelerle birlikte oturup sohbet etmeyi çok seviyorum. Akşamüstüne doğru kitap okur ve erkenden yatarım.

Aslında çok sakin yaşıyor gibisin? Özellikle yaşıtlarına göre. Öyle değil mi?
Evet, gerçekten de öyleyim. Bilmiyorum. Sakin bir yaşantım var evet. Belki de hala İstanbul’un o karmaşasına alışamadım.

Müzikle aranın iyi olduğunu duymuştum.
Müziği çok çok seviyorum. Oyun oynadığım sırada devlet tiyatrosu ve özel tiyatroda aynı zamanda şan eğitimi aldım. Ve şansıma tüm oyunlarımda bir şarkım oldu. Hep bir şarkı söyledim. Şarkı söylemek ile bir ilintim oldu.

Enstrümanla aran nasıl?
Enstrüman çalabilseydim keşke. Ama onu beceremedim. Bazen kendi kendime kaldığımda şarkı söylerim. Fakat bununla ilgili bir hayalim yok.

Ama eğitimini aldın öyle değil mi?
Evet Jazz eğitimi aldım.

İzmir’den İstanbul’a geçiş sürecinde zorlandığını düşünüyorum.
Kesinlikle. Düşünsenize İzmir gibi çok da büyük olmayan bir yere İstanbul’a geliyorsunuz. Bir bocalama dönemi yaşadım tabiî ki. İzmir çok küçük bir şehir, tiyatro bambaşka bir kafa… Devlet tiyatrosunu kombine halde yaşıyorsun. Herkes tanıdık, herkes bilindik kişiler. Ama işte İstanbul’a gelince burası bir kaos. Buraya geldiğimde 18 yaşındaydım. Annemin hiç yanından ayrılmamıştım. Ve düşünün oradaki kol kanat altından yalnız yaşantıya geçmek… Bu gerçekten çok garip oldu benim hayatımda. Ayrıca birden tanındım.

İzmir’de de tanınıyorsun ama.
Evet, orada da tanıyorlar sizi. Ama bütün Türkiye’nin gözünün üzerinizde olması garip gerçekten. Oradan buraya gelmek genç yaşta hele ki bir de bayansanız gerçekten çok zor. Ben biraz fazla küçük geldim. Gerçi hala küçüğüm.(Gülüyor) Demin sorduğunuz sorunun yanıtına bir şey eklemek istiyorum. Bana söylemiştiniz hani, sakin bir yaşantım var diye. Bu biraz da korktuğumdan sanırım. Belki de evden o yüzden fazla çıkamıyor olabilirim.

Yakın gelecekte yeni projelerde yer alacak mısın?
Dizi bu sezon bitiyor. Yakın bir zamanda maalesef bir proje yok. Ama ben tiyatro yapmak istiyorum. Özellikle erkek arkadaşımla öyle bir planımız var. Bu sezon olacak inşallah. Ama sinema yok. Diziye şimdilik devam ediyorum. Elbette yeni projeler olacaktır. Ancak bu sefer tiyatro olmak zorunda. Çünkü ben öyle alıştım ve bunu yapamayınca çok garipsedim.

Çalışmak istediğin yönetmenler var mı?
Oyuncu olarak çalışmak istediğim yönetmenler var tabiî ki. Onlar olsun isterdim ama burada değil hiç biri. (Gülüyor) Onur Ünlü ile çalışmayı çok isterdim. Bir de her zaman Tim Burton ile çalışmayı arzu ediyorum. Hatta bunu bir gün yapacağıma inanıyorum. Buraya kadar geldiysem onu da yaparım herhalde. Yani oyuncu ister yönetmenle çalışmak ama yönetmen oyuncuyu seçer ne yazık ki. Bence o daha mantıklı çünkü zaten sistem bu şekilde işliyor.

Bazen karakterler oyuncuya yapışır öyle değil mi? Yeni projeler hep aynı rollerde gelme ihtimali olabilir.
İlk Özgür karakteri de benim karşıma konulduğunda bir korku yaşadım. Bu yüzden evet haklısınız. Bu olağan bir durum. Özgür çok sivri bir karakter ve insanlar beni öyle zannediyor ve o şekilde görmek istiyorlar. Bende bu açıdan biraz tedirginlik yaşadım açıkçası. Ama oyuncu proje seçerken doğru davranırsa böyle bir handikap olmayacağını düşünüyorum. Yalnız insanlar sizi bir karakterde gördüklerinde ne yazık ki yapımcılarda bu düşünceye dâhil olarak aynı ya da benzer rollerde teklifte bulunabiliyorlar. Bu durumda oyuncuların bir suçu yok. Onlar istenileni yapıyorlar. Bizler bu işten para kazanıyoruz. Şu bilinmesi gerek ki her zaman seçme şansımız olmayabiliyor. Çark bu şekilde dönüyor. Bu açıdan da korkuyorum biraz galiba. Çünkü birkaç sinema ve film teklifi geldi ve yine benzer Özgür karakterinde ilerliyordu. Şu anki amacım bambaşka bir şey yapmak. Ama şartlar sizi zorlayınca pek fazla bir şey yapamıyorsunuz.

Sanat size ne anlam ifade ediyor?
Sanat benim için dans etmek. Çünkü belli bir ritme kapılıp dans ediyorsunuz. O fırça darbesinde de aynı şey oluyor, oynarken de, şarkı söylerken de…

Neden sanata bu kadar az zaman ayırıyoruz sizce?
Belirli bir kesim oluştu ülkemizde. İstenilene cevap verilemiyor ne yazık ki… Zaten varlıklı bir ülke sayılmayız. Bizim ülkemizdeki kafalara göre sanat lüks geliyor. Bize de o şans verilmiyor tabi. Bizim de derdimiz hayatımızı sürdürebilmek olduğu için kolay olanı yapıyoruz, yaptırılıyor, isteyerek ve bilerek. O yüzden de sanat otomatik olarak ortadan kalkmış oluyor. Biz de arzu ediyoruz tiyatrolar olsun, operalara gidelim, baleler izlensin. Gerçi yine az da olsa bir kesim bu dediklerimi yapabiliyor. Ama televizyon ile büyüyoruz hepimiz. Çünkü ülkemizin, halkımızın ortalama geliri ortada, yaşayabilecekleri tarz da belli.

Pahalı geliyor değil mi?
Evet. Bir tiyatro bileti pahalı geliyor. Bu yüzden de televizyona hapsolarak sanata olan ilgi otomatik olarak ortadan kalkmış oluyor.

Televizyondaki sansürlere ne demeli?
Ah o sansürler… Ben kesinlikle yanlış buluyorum. Bizler oyuncuyuz ve oynuyoruz. İşimiz gerçek hayattaki yaşamları taklit etmek. Bu yüzden oynadığımız rollerin içinde küfür de var, sigara da, öpüşmek de var, sevişmek de, sevilmek de var… Oyunculuğun amacı da bu zaten.

Çok doğru bir yaklaşım. Sizler yaşamı taklit ediyorsunuz bir yerde.
Taklit ediyoruz, göstermeye çalışıyoruz ama sansürleniyoruz. Ben maalesef yanlış buluyorum bu gerçeği. Bu benim yanlışım tabi. Bu söylediklerim ne kadar umursanır orasını bilemem. Çünkü ne kadar kısıtlanırsak biz de o kadar daralıyoruz.

Kesinlikle bu kısıtlanmak. Sanat özgür olmak biraz da.
Bu performansımıza da yansıyor.

Çok haklısın.
Mesela bazı sahneler geliyor. Hani kız o kadar dertlidir ki sigara yakmak ister.

Yaktığında da bir gölge belirir. Bana göre daha çok dikkat çekiyor bu sistem.
Aynen öyle. Bazen kız o kadar kızar ki küfür eder.

Küfürle birlikte çıkan bip sesi.(Gülüyoruz)
Bunlar olunca yapmayalım daha iyi. Genel izleyici gibi bir şey oluşturuldu. Bunu çocuk da yaşlı da izliyor. Sinemada daha farklı. Daha geniş kullanım alanı var. Ama televizyon herkese hitap ettiği için ne yazık ki bazı durumlarda durup düşünüyoruz.

Bir yerde özgürlüğünüz elinizden alınmış gibi bir şey.
Çok üzülerek katılmak zorundayım söylediğine.

Bir ilişkin olduğunu söylemiştin.
Evet. (Gülüyor)

Âşık mısın?
Gerçekten çok aşığım.

Peki, aşk senin için ne anlam ifade ediyor?
Aşk özgür olduğumu hissettiriyor bana. Aşığım.(Yine gülüyor) Bu duygu biraz da bana içsel bir özgürlük gibi geliyor. Beni oldukça tatmin ediyor. Çünkü bazı şeyleri hiç koşulsuz ve hiç düşünmeden yapıyorum. Sadece o an için yapıyorum. İşte bu özgür ruhun ta kendisi değil mi?

Evet, aşk böyle bir şey gerçekten…

Peki, bize 5 kelimede Selin Şekerci’yi anlatabilir misin?
Patavatsız, aşırı duygusal, değişken ama bunu bir yazalım çünkü değişenlikle dengesiz bir arada bende .(Gülüyor) Kaç oldu?

4 diyelim.
Devam ediyorum.(Gülüyor) Sevgi dolu. Çünkü benim gerçekten sevgiye aç bir yanım var.

Çekimleri nasıl buldun? Kendini nasıl hissettin?
(Gülüyor) Değişik oldu benim için gerçekten. Beni sevenler ilk defa böyle görecekler. Acaba tepkileri nasıl olacak. Ben asıl onu merak ediyorum.

Bence bayılacaklar. Hatta farklı yanını, o kadınsı tarafını görünce tepkilerin olumlu yönde olacağını düşünüyorum.
21 yaşında olduğum için bu kızdan ne kadar kadın olur derler belki.

Ama sonuç ortada. Gayet başarılıydın.
Çok teşekkürler. Sayenizde biraz daha kadınsı yanımı gösterebildim. Saç, makyaj insanı böyle değiştiriyor. Çok güzel oldu. Heyecanlıyım. Dediğim gibi tepkileri çok merak ediyorum.

Ben olumlu yönde olacaklarına inanıyorum.

Pırıl pırıl bir genç kız ve çok güzel bir kadın olma yolunda ilerliyor kendisi. Sempatik tavırlarının yanında, oldukça akıllı ve ne yaptığını, ne istediğini de biliyor. Henüz yolun başında olabilir ancak o hayallerini gerçekleştirebilen belki de nadir kişilerden. Ne demişler istemek başarmanın yarısıdır. Selin Şekerci önce hayal ediyor sonra istiyor. Kısa sürede başardıkları ile yakın gelecekte onu farklı kulvarda göreceğimizi biliyorum. Yolun açık olsun Selin. Oyunculuk kariyerinde başarılar dileriz.

RÖPORTAJ (NECİP MEMİLİ)

ÖZGÜR YAŞAMAYI SEVEN
AMA DUYGUSAL BİRİ NECİP MEMİLİ


Sevil'in Dergisi 2010


“Babaannemin evinde ev ahalisini güldürmekten çok büyük zevk alırdım. Benim için oyunculuk böyle başladı. Bu iş benim için dünyanın en mukkades işi.”

Hepimiz Necip Memili’yi Yaprak Dökümü ve Hanım’ın çiftliğinden tanıyor, seviyor ve takip ediyoruz. Çok sık röportaj vermeyi sevmeyen sempatik oyuncu dergimize yoğun temposuna rağmen zaman ayırıp bizlerle birlikte olmayı kabul etmesi ayrı bir incelikti gerçekten.

Hanım’ın Çiftliği’ndeki Ramazan karakterini oldukça başarılı bir performans sergileyerek bizlere gerçek oyunculuk zevkini tattıran Necip Bey ile çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Stüdyodan içeri girer girmez yorgun olmasına rağmen verdiği pozitif enerji ve sımsıcak gülüşü ile ekibimizi kendine tekrar hayran bıraktı.

İyi projelerde yer almanız çok büyük şans çünkü bu şekilde oyunculuk yeteneğinizi kısa sürede gösterebildiniz. Siz bunu neye bağlıyorsunuz?
Annemin her zaman bir lafı vardı. Bana hayatımda karşıma hep iyi insanlar çıksın ve sonunda neticesi iyi olsun derdi. Annemin benim üzerimde işte böyle güzel bir duası vardır. Yaptığınız iş çok ilginç bir iş. 3 yıl bölümlük işler sonrasında Yaprak Dökümü ve Hanımın’ın Çiftliği ile çok güzel rollerde yer alma fırsatım oldu. Ay Yapım, Gold Film gibi şirketlerle çalıştım. Tümay Özokunur, yani Tümay ablamın bana olan desteğini anlatmadan geçemem. Onlar sayesinde her zaman en iyi projelerde yer alma fırsatım oldu. En iyi yönetmenlerle çalıştım. Mesude Erarslan Eser ve Faruk Teber’in yeri ayrıdır. Herkese böyle bir şans verilmiyor. Benim yaşımda olup konservatuarı bitirip ya da bitirmeden, özel üniversitelerden ya da kurslardan çıkan çok yetenekli arkadaşlarımız var. Maalesef onların en büyük sıkıntısı iş bulamamak. Bunları görüp, duyunca annemin duasını buna bağlı olduğunu görüyor ve şükrediyorum.”


Endüstri Meslek Lisesinden oyunculuk kariyerinize geçişiniz nasıl oldu?
Benim hayatım hep çalışmak üzerine geçti. Endüstri meslek lisesi elektrik bölümünden hemen sonra makine montajda çalıştım. Bir kültür merkezinde tiyatroda işin mutfağını öğrenme şansı elde ettim. 3 yıllık çalışma sonrasında devlet konservatuarına girdim. Burada 4 yıl eğitim aldım ve okulu bitirerek 2007’de İstanbul’a geldim.

Oyunculuk nasıl başladı?
Meltem Cumbul ve Demet Akbağ’nın bir röportajını okumuştum. Onlar bu röportajı yaptıklarında ben küçüktüm. (Gülüyor) Onların söylediği bir şey vardı. Oyunculuk kariyeri genelde hep birilerinin taklidi ile başlar demişlerdi. Belki çok klişe olacak ama ben de böyle başladım. Babaannemin evinde ev ahalisini güldürmekten çok zevk alıyordum. Oyunculuk hevesi ben de böyle başladı diyebilirim. Benim için oyunculuk dünyanın en mukkades işi.


Bu aralar dizi dışında içinde bulunduğunuz bir projeniz varsa bizimle paylaşır mısınız?
Şu anda biz Savaş Dinçer’in Uçurtma’nın kuyruğu adlı oyununu oynuyoruz. Orada iki ayrı adam bir süreç yaşıyor. Caner yani Hanım’ın çiftliğindeki arkadaşım (Kemal) bana eşlik ediyor bu oyunda. Caner ile biz çok eski arkadaşız. Hemen hemen 13 yıllık bir geçmişimiz var.

Dizilerde oynadığınız kadar duygusal mısınız gerçekten? Gerçek hayatta nasılsınız?
Ben çocukluk yıllarımda aşırı yaramazdım. Bu yüzden vücudumda bir sürü yara vardır. Her birinin de birbirinden farklı ayrı anıları… Ben ikizler burcuyum ve çok değişken bir yapıya sahibim. Kötü biliyorum ama biraz yalan da söylerim.(Gülüyor) Gerçi bu yanıma dikkat ediyorum. Cem Yılmaz şöyle demişti; yalan söylüyorsun, yakalanıyorsun o halde yalan söylemiş değilsindir. Aslına bakarsanız değilimdir de… Benim için monotonluktan çıkmak önemli. Bu açıdan değişken yanımı çok seviyorum. Bir günüm bir günümü tutmasın zaten.

Peki, bir anınızı bizimle paylaşmak ister misiniz?
Evet evet tam üstüne bastınız.(Gülüyor) çocukluğumun süper bir anısı var. Ve hep bu anımı anlatmaktan zevk alırım. Yine babaannemdeyiz. (Gülüyoruz) Kadıncağızın önlüğünü almıştım ve mutfak önlüğünün önüne kömürle “S” harfi çizmiştim. Onu boynuma taktığım gibi 2 metrelik yükseklikten bizim avluya baktım ve herkesin gözü önünde Süpermen edası ile anında oracıkta kendimi aşağı attım. (Kahkaha atıyoruz) Tabi o yaşlarda düşünmeyi pek de beceremediğim için sadece aklıma ne geliyorsa yapıyordum.

Yaramazlık hat safhadaymış gerçekten.
Kesinlikle öyle. Ben erken yaşlarda konuştum ve yürüdüm. Zannediyorum bu yüzden yaramazlık seviyem çok yüksek. Oyuncu olacağıma aslında o zamanlar karar verdim. Oyunculuk benim nazarımda, düşünmeden yapmak ve o an için yapmak. Biliyor musunuz ben zaten hayatımı da böyle yaşıyorum. Hiç düşünmeden yaparım yaptığım şeyleri. Herhalde o dengesizliğin sebebi de bu. Zararını da faydasını da kendim göreceğim için başkaları da bazen zarar görüyor elbette. Ama ne yapalım arada onlarda olacak yani. (Gülüyoruz)


Elektrik bölümü ve tiyatronun ortaya çıkışı… Nasıl başladı tiyatro hayatınız?
Tiyatro topluluğundan biri bana bizde çay ve dekor taşıyacak birilerine ihtiyaçları olduğunu söylemişti. 3 sene bir süreç yaşadım ben orada. Diksiyonunuz, oyunculuk yeteneğiniz, vücut dilinizi kullanmak, kitap okuma hevesinizin oluşması ve kendinizi her an daha çok geliştirme isteğiniz. İşte tüm bunlar o yıllarda tiyatronun mutfağında gelişti benim için. Sıfırdan başladım ve kendimi burada buldum. Ardından gelen devlet konservatuarı ile eğitimimi aldım.

Adana’dan İstanbul’a geldiniz tabi ki ve Yaprak dökümü ile Hanım’ın çiftliğinde tanıdık, sevdik sizi.
Çok teşekkür ederim. Çok affedersiniz ama söylemeden geçemeyeceğim. Benim yıldızım çok kancıktır. (Kahkaha atıyoruz) Sanırım beni seven bir yıldızım var. Ama ben de onu çok seviyorum. Böyle olduğu zamanda çok güzel vakit geçiriyoruz. Birkaç oyuncu iyi arkadaşım ile birlikte İstanbul’a geldik. Yaprak Dökümü’nde çok güzel 2 yıl geçirdim. Size şöyle anlatayım; bu dizi ve çok iyi kadrosu sayesinde çok şey öğrendim. Erkan (Katır) rolünde Şevket’in hapis arkadaşı ile oyunculuğumu pekiştirme fırsatım oldu. Yaprak Dökümü’nün benim için yeri ayrıdır. Çünkü orada kamera nedir, açı nedir, ses nedir gibi çok önemli detayları öğrendim. Yönetmenimiz; Mesuda Hanım’ın çok faydası oldu bana.


Ardından Hanım’ın Çiftliği dizisinde buldunuz kendinizi…
Aynen öyle oldu. Faruk Turgut o dönemlerde beni izlemiş. Tabi ben de sakal ve bıyıklar da vardı. Hanım’ın Çiftliği romanında canlandırdığım karakter Ramazan’da zaten bıyıklarda var. Ancak Ramazan 1.50 ben 1.83. O 60 ben 72 kiloyum. Aslına barksanız pek de benzer yanlarımız yok.

Ama dizide inanın hiç uzun göstermiyorsunuz. Stüdyodan girdiğinizde ilk boyunuz dikkatimi çekti.
Çok haklısınız.(Gülüyoruz) Bana dediler ki, kısalacaksın. Ben de elimden geldiğince kısa boylu olmaya çalışırım dedim. Başardıkta. Kamera ve oyunculuğum birleşince gerçekten izleyici beni uzun görmedi.

Meşhur Biliyün müü lafı aslında doğaçlama çıktı senaryoda bunu söylemeniz istenmedi değil mi?
Evet. Ben geleneksel Türk tiyatrosu hayranıyım. Orta oyunu, Karagöz Hacivat’ı çok severim. Okul dönemimde çok araştırıyor ve bakıyordum. Gerçi şimdi hiç fırsatım olamıyor. Dizi ve tiyatro arasında mekik dokuyorum diyebilirim. Geleneksel Türk Tiyatrosunun en büyük özelliğinden birisi de doğaçlamadır. Şimdi çok önemli bir Türk yazarının romanını dizi yapıyorsunuz. Size ilginç, komik, duygusal bir karakteri oynayacağınız söyleniyor, biraz kendimden de bir şeyler katmam gerektiğini düşündüm bu yüzden. Ramazan aslında Adana’nın tam da böyle it kopuk tayfasının temel taşlarından bir tanesi aslında. O yüzden doğaçlama yapmakta çok önemliydi. İster istemez bunu yapıyorsunuz. Bazen senaristler buna izin verirler, bazen de vermezler.

Yaprak Dökümü dizisinde de doğaçlama yapar mıydınız peki?
Kesinlikle evet. Özellikle bırakırlardı doğaçlama yapmama.

O zaman Hanım’ın Çiftliğinde de sorun olmuyor.
Aslına barksanız pek istenmiyor ama ben dayanamıyorum biliyün müü.(Bıyıklarını düzelterek gülüyor) Yeni senaristimiz doğaçlama yapılmasın, senaryonun dışına çıkılmasın diyor. Aslına bakarsanız şöyle düşünün, o an koşul, o süreç yazıldığı gibi olmuyor. Ben doğaçlama yapmak için yapmıyorum, sadece yapıyorum. Çünkü Ramazan karakterine bu çok çok yakışıyor.

Dizideki o komik Ramazan değil de duygusal sahnelerinizde tüylerimiz diken diken oluyor. Siz ağlıyorsunuz biz de sizinle ağlıyoruz. O duyguyu öyle güzel aktarıyorsunuz ki bizlere…
Çok teşekkür ederim.Ben karakter olarak zaten aşırı duygusal bir insanım. Kendimle mi, burcumla mı, yaşantımla mı ilgili bilmiyorum ama çok hassas noktalarım var. İşimle alakalı her konuda her şeyi ciddiye alırım. Gülmeyi, güldürmeyi seviyorum ancak rolüm gereği ağlatmam gerekiyorsa ağlatırım. O biraz da atmosfer işte. Karşınızdaki oyuncular da çok büyük rol oynuyor burada. Ben buna pas alış verişi diyorum. Karşınızdakinin gözlerinin içine baktığınızda bir şeyler hissedersiniz ve onun sizi yönlendirmesini beklersiniz. Zaten gerisi çorap söküğü gibi gelir. Bilmiyorum belki de bu sorunun yanıtını gerçekten veremiyorum. Farklı bir şey… Şener Şen’e bir röportajında sormuşlar; nasıl o kadar iyi oynuyorsunuz diye. O da dönüp başka sorusu olan var mı diye soruyu geçiştirmiş. Oynanacak sahne gereği duygulanıyorsunuz, seviniyorsunuz… O karakter ile bir bütün olup o anı içinizde yaşıyorsunuz. İnanın ben de bilmiyorum. Bu işin herhalde %51’lik kısmı gerçekten ne yaptığınızı bilmiyor olmanız. Dikkat edin gerçek hayatta zorunuza giden bir şey vardır. Ama onun temelini bulamazsınız. İşte o duygu size bu yaşatıyor. Ben oyun oynarken çok mu fazla inanıyorum acaba… Bilmiyorum ki. Demin de anlattığım gibi ben zaten düşünmeye ihtiyaç duymuyorum.

Hayranlarınız size nasıl tepki veriyor?
Aslına bakarsanız Ramazan diye çağırıyorlar. Bazen dalıyorum ve bakmıyorum çünkü benim adım Ramazan değil ki…(Gülüyoruz) Hayranlarıma Ramazan değilim ki diyorum, onlar da bana biz seni böyle tanıyoruz diyorlar.

Adana’da durum nasıl peki?
Orası çok farklı işte. Hatta rahatsızlık derecesi de çok güzel. İster istemez yaptığınız işten dolayı insanlar sizi görüyorlar. Yani biz de insanız, halk arasına karışıyoruz. Bir bara, cafeye, alışverişe gidiyoruz. Ancak insanlar sizin hayatınızda gün içerisinde neler yaşadığınızı görmeden hep gülümsemenizi bekliyorlar. Moralimiz bozuk olabilir, kötü bir haber almış olabiliriz, canımız sıkkın olabilir, yorgunluk çekiyor olabiliriz. Ya da o gün kimseyle konuşmak istemiyor olabilirsiniz. Ancak yine de asık surat takınmaya hakkınız olmuyor kimsenin gözünde.

Peki böyle davranınca ne gibi tepkiler alıyorsunuz?
İşte insanlar size kılıflar uydurmaya başlıyor ve sınıflandırıyorlar. Genelde aldırış etmiyorum ama yine de keyifli. Çünkü başkasının sizi beğenmesi, yaptığınız işi takdir etmesi onura edici bir şey gerçekten. Ama benim karşıma hep ilginç kişiler çıkıyor.

Mesela?
Karşıma çıkanlar genelde dua ediyorlar.

Bayanlar yani çoğunlukta?
Çok güzel oynuyorsunuz dedikten sonra Allah senin yolunu açık etsin diyorlar. Genelde çok hoşuma gidiyor tabi ki ama bazen de sıkıyor. Bu benim çok da alışık olmadığım bir şey. Yaşadığım şehirden, o küçük dünyadan daha geniş bir hayata girdim. Tiyatro okuyorsunuz, neticede bunun içine girince İstanbul’a gelince ister istemez dikkat etmek gerekiyor.

En çok hangi rolü oynamak istersiniz? Yıllar sonra belki.
Bunu oynarım, bunu oynamam demem. Benim böyle bir lüksüm yok. Çünkü benim işim bu… Bana deseler ki arkadan geçen 3. adamı oynayacaksın oynarım.

Belki de bu yüzden başarılı oluyor iyi projelerde yer alarak hızlı yükseliyorsunuz.
Ben farklı düşünüyorum belki de. Bunun için eğitim aldım sonuç itibariyle. O yüzden bir seçicilik durumum yok benim. Ama proje anlamında olabilir. Rol anlamında bugüne dek olmadı. Başka bir hayatı yaşıyorsunuz, yönlendiriyorsunuz. Başka bir hayattan bakıyorsunuz, başka biri olarak su içiyorsunuz. Bu gerçekten çok lezzetli bir şey. Ramazan’ı oynamak benim için önemliydi ki bu oldu çok şükür. Yıllar sonra 10-20 yıl sonra kesinlikle Mehmet Aslantuğ rolünü Muzaffer Ağa’yı oynamak çok isterim.

Özel zevkleriniz arasında neler var?
Yemek konusunda akan sular durur benim için. Yemek yapmak benim en büyük zevkim. Evde geçirdiğim zamanlarda muhakkak mutfakta olurum. Hatta bayılırım. Özellikle salata yapmayı çok seviyorum. Tabi çok profesyonel anlamda değil ama kendimi aç bırakmayacak kadar da yemek yaparım. Mutfak benim evdeki en önemli alanım. Çocukluğumdan beri o tezgâhın olması bana uzay mekiğini andırır. (Gülüyoruz) Büyük bir mutfakta dönüyorsunuz sağınızda domates, solunuzda salatalık. Harika, süper…

Bu kadar mutfağa eve meraklısınız peki ufukta mutfağınızı paylaşacağınız kişi ile evlilik düşünüyor musunuz?
Henüz 30 yaşındayım. Belki evlilik için ideal bir yaş olabilir ancak benim hala evcilleştirilmemiş duygularım var. Ancak beraber yaşamak, başımın tacıdır. Zaten de öyle… Ancak evlilik başka bir sorumluluk. Bir kâğıda bir imza atınca bitiyor mu her şey. Hayır tabiî ki. Ama evlilik işin içine girince başka biri durum ortaya çıkıyor.

Özgür ruhlu olduğunuz için belki istemiyorsunuz.
Aynen öyle… Ben hesap vermeyi seven bir insan değilim. Neticede bunu söylemek ayıp belki ama bazı şeyleri kaldırıp atabilirsiniz ama evlilikte bu mümkün değil. Ben hayatımı hep öyle yaşadım. Bir şeye noktayı koyduktan sonra kırılacağını bilsem geri dönmemek gibi bir durumum olmuyor ne yazık ki. Fazla ağırlığın içine girmeyi seven bir insan değilim ama bilmiyorum çocuğum olursa eğer bir gün ileride o zaman düşünebilirim. Evin içindeki o gürültüyü seviyorum. Kalabalık bir aileden geldiğim için belki de. Ne demişler; evlilik güzel şey ama evlenen sen değilsen.(Gülüyoruz)

Hayatta sizi motive eden şeyler nelerdir?
Ben kendime hep olumlu şeyler söylerim. Disiplinliyimdir. Özellikle işim konusunda. Davul çalarım mesela, profesyonel değil. Vurmalı enstrümanları çok seviyorum. Bu beni çok rahatlatan bir şey olduğu ve konsantrasyonumu sağladığı için sadece o an negatiflikten kurtulmak adına davul çalarım. Bana herkes elektronik gitar al. Hobi olarak çalarsın diyor ama ben istemiyorum. Hayatımda önemli olan şey sadece baktığım şeyin özüdür. Bir çember oluştururum etrafımda ve kimseyi sokmam. Ya o çemberin içinde ya da dışında kalırım.
Yeni projelerinizden biraz bahsedelim.
Yaz olduğu için sinema filmleri var. Bir tanesi eğer bir aksilik olmazsa eylül ayında çekimlere başlanacak. Aslında 2-3 sinema filmi projesi var ama ben yine detay vermek istemiyorum.
Ama eylüldeki projeden biraz bahsetmek istiyorum. Gerçek bir öyküden alıntı. Zamanında Sırpların Bosnalı kadınlara tecavüz ettikleri ve onları belli bir süre kampta tuttuktan sonra hamile bırakıp çocuklarını düşürmeyecek aya gelene dek kampta tuttukları daha sonra onları doğurtup çocukları çocuk esirgeme kurumlarına vermelerini anlatıyor.

Dram yüklü bir konu gerçekten.
Evet, kesinlikle. O dönem çok büyük bir patlama olmuş çocuk esirgeme kurumlarında. Sonra o çocuklardan bir tanesinin annesini ve babasını arama sürecini anlatan çok keyifli ama içinde drama barındıran bir hikâye.

Peki herkesin merakla beklediği konu… Dizi uzuyor tabi ki.
İnsanlar o diziden para kazanıyor, evlerine ekmek götürüyorlar. Sadece ön plandaki kişiler için konuşuluyor belki ama bu yanlış. O projenin arkasında emek veren onca insan var. İnsanlar 9 aydır oralarda çalışıyorlar. Önümüzdeki sezon zaten devam edecek ama sonraki dönemde ne olur bilemem. O da sürpriz olsun.

Avrupa’da, Amerika’da diziler oldukça uzun sürüyor.
Evet. Belki de 6-7 sezon devam eden diziler var hepimizin çok severek takip ettiği. Bir romandan neler yaratıyorsunuz. Bu romandan bu mu yapılır deneceğine bu romandan bu yapılmış diye tebrik etmek gerekilir diye düşünüyorum. Sinema filminde ben sansüre takmış vaziyetteyim bu aralar. Sanatta sansür mü olur. Bazı görüntülerin üzeri kapatılması, örtülmesi bana çok yanlış geliyor. Bunların aşılması gerekiyor artık ki daha rahat daha özgür sinema, dizi, tiyatro ya da sanatın her hangi bir dalı daha doğru yapılabilsin.

Okuyucularımız ile neler paylaşmak istersiniz?
Parfüm alın.(Kahkaha atıyoruz) Şaka bir yana hayatta herkese başarılar diliyorum. Umarım herkes umduğu gibi bir hayat yaşasınlar. Çünkü umduğunuz gibi bir hayat yaşayamıyorsanız gerçekte yaşamıyorsunuz demektir. Güzel bir süreç geçirmelerini diliyorum herkese. Derginize beni konuk ettiğiniz, böylesine güzel, keyifli vakit geçirmemi sağladığınız için ayrıca teşekkür ederim.

Biz de Necip Bey’e tatlı sohbeti için teşekkür ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz. Annesinin de dediği gibi karşınıza hep iyi insanlar ve en iyi projeler çıksın ki neticesi çok iyi olsun.

RÖPORTAJ (COŞKUN ARAL)

GEZGİN, EĞİTİMCİ, BELGESEL YAPIMCISI COŞKUN ARAL

Sevil'in Dergisi 2010

O bir aile babası, Türk Belgesel izleyicisinin sevgilisi… Aynı zamanda işine sadık ve âşık bir insan… Yıllarca yılmadan istediklerinin peşinden koşmuş ve başarmış. Başarmak için çalışmış, tırnakları ile bugünlere gelmiş.

Korsanlarla yaptığı röportajlardan, savaş fotoğrafçılığı görevinde kurtardığı insanlara, haksız yere gördüğü işkencelerden, yamyamlar ile geçirdiği zamanlara kadar birçok konuyu konuştuk kendisi ile…

Uluslar arası savaş fotoğrafçısı, belgesel yapımcısı, gazeteci, gezgin, macera insanı… Zaten başka söze gerek yok. Zaten bunlar sizi yeterince anlatıyor ancak meslek hayatınıza başlangıcınızı sizden dinlemek isteriz.
Fotoğraf hayatımda hala var ama sadece kendim için. Foto muhabiri olmasaydım doktor foto muhabiri olacaktım. Ama hep gezecektim bir köyde bile kalmış olsam, o köyün bütün dokularında yine gezerdim. Gezme dendiği zaman bizde hep deve kuşu gibi kafanızın gizlenmesi, uzaklara gidip kaybolmak gibi görülüyor. İstanbul’da yaşayıp da önünden geçtiğimiz binaları fark edemeyen bir kuşak var şu anda karşımızda ne yazık ki. Ben ise, bunların tam aksine İstanbul’u tünelleri, binaları, en yüksek, en sıcak, en nemli yerleri ile Roma’dan Bizans’a, Bizans’tan Osmanlı’ya var olan her şeyi ile birlikte, burayı yaşamak isterim. Benim için çocukluğumda başlayan bir istekti bu.

Çocukluğunuzda nasıl oldu kendinizi buldunuz, bu mesleğe yöneldiniz?
Benim gezi olayım biraz küçüklüğüme gider. İstanbul’a ilk olarak Siirt’ten 5 yaşında geldim. İlkokul 1. sınıfı burada misafir öğrenci olarak okudum. Daha sonra Siirt’e tekrar geri dönüş yaptık. 11 yaşında İstanbul’a geri döndüm. Türkiye’de akrabalarımız olduğundan tüm Türkiye’yi sık sık gezerdik. Farklılıklarla buluşarak içimdeki gezi tutkusunu keşfetmiş oldum.

Demek içinizdeki mesleği seçmek de aileniz sayesinde oldu.
Öyle de diyebiliriz.

Peki, nasıl devam etti?
Fotoğraflarla buluşmam hep 9’lu 10’lu yaşlarımda gerçekleşti. Profesyonel fotoğraf makinemi alma dönemimde ise 17 yaşındaydım. Gün gazetesinde iş hayatım başladı. Onu izleyen yıllarda da politika gazetesi ve daha sonra o dönemde serbest çalışmalarım Ap ajans ile boy gösterdi. O dönemlerde UPI vardı. Bu daha sonra Reuters oldu. Kadınca dergisinde rahmetli Duygu Asena ile çalıştım. Ve yine o dönemde başlayan foto muhabirliğine, ilk yurt dışı seyahatime çıkmıştım. Sipa adına dünyada savaşlar değil festivaller de, felaketler de vardı, özgün yaşamlar ve portreler de… Bu konuların hepsini ele aldım. 1979’dan başlayıp 1996 yılına kadar foto muhabirliğini bizzat yaptım. Zaman zaman video kamerasını kullansam da foto muhabirliğini devam ettirdim. 1996’da haberci programı ile televizyonda haber-belgesel tarzı bir üslupla belgeselciliğe başlamış oldum. Ve şu anda Dijitürk’de yayınladığımız İz Tv’nin genel yayın koordinatörlüğü adı altında yönetici değil yönlendirici pozisyonunda çalışmalarıma devam ediyorum.

14 Ekim 1980’de kaçırılan uçakta hava korsanları ile bir röportaj gerçekleştirmiştiniz. Bu nasıl bir duygu, nasıl bir deneyimdi sizin için?
Bu benim çok özgün bir anım ve bu konuyu fazla yaymak istemiyorum çünkü yakın gelecekte bu anımın filmini yapacağım.Genç bir gazeteciyken bindiğim uçak kaçırıldı ve korsanlara yardımcı olduğum gerekçesiyle gözaltına alındım. Diyarbakır cezaevini bilirsiniz?

Elbette. İşkencelerin yaşandığı yerlerden biri olarak biliyorum.
Evet. İşte işkencenin olduğu o mekânda o döneme ait birkaç günüm geçti ve vücudumda baya ciddi izler var bu anlamda.

Kötü anılarınızı canlandırmak istemezdim. Haberci ile devam etmek istiyorum. O güzel projenizin hayata geçirilmesi ile…
Evet. Kendi mesleğimi icra ediyordum. Bir kamera beni izliyordu. Ben her zamanki gibi fotoğraflarımı çekiyor, röportajlarımı yapıyordum. Çünkü bizler fotoğraf muhabirlerinin yaşamları çok farklıdır. Bu yaşam kendi baktığımız bir alanmış gibi kaldı yıllarca. Birkaç tane fotoğraf muhabirinin yaşam öyküsünü içeren bir film dünyada ses getirdi. Daha sonrada hep sorgulanmaya başladık. Ne yapıyoruz, giderken nasıl gidiyoruz, gittiğimiz yerlerde nelerle karşılaşıyoruz gibi… Bu sorulan sorulara yanıtı beni izleyen bir kamera ile aktarmayı, ilk olarak dünyada gündeme getirerek ortaya koydum. Ancak bu programın başlangıcı A takımındaydı. 1994 yılında A takımında başlattığımız o format 1995’de haberci olarak çıktı.

Neden yaptınız?
Çünkü dünyayı gezen bir toplum değiliz, kendi ülkesini gezen bir toplum da değiliz. Uzun lafın kısası gezmeye meraklı bir toplum olmadığımızdan biraz olsun insanımıza yaşadığı coğrafyasının ötesinde var olan coğrafyaları, renkleriyle, tatlarıyla, yaşam biçimleriyle aktarmak içindi. Bunun dünya versiyonunu da yaptım. Dünyanın en tehlikeli yerleri adında bir Amerikan şov programı vardı. Bu projeye başladık ancak devam ettiremedik.

Hangi yıllardaydı?
1996–1997 yıllarındaydı. Bu proje kitap olarak Amerika’da ortaya çıktı.

Dünyanın en tehlikeli yerleriydi değil mi? Peki programı yapamama sebebiniz neydi?
Evet. Türk olmanın dezavantajları ile o programı yapamadık. Haberci’yi ise gelişmiş ya da az gelişmiş şeklinde nitelendirmeyeceğim. Çünkü Amerika Birleşik Devlet’lerinin de belgeselini yaptım. New York’un yanı başındaki esrar satıcılarının olduğu Brooklyn’e de girdik. Yapılamayanı yapmak, korkulana gitmek, içindeki gizemi ortaya çıkaracak bir bakıştı o belgesel. Logomuzun Mandala’nın korsanı olması, hep tehlikeli diye adlandırılan bölgelere giren çıkan bir insan, bir haberci birliği savaşçısı, görüntü avcısı olmasından kaynaklanıyor. Bu misyon ile çalıştık hep. Program devam etti. Ama Atv’deki heyecanını kaybetti. Şu anda kendi kanalımız olan İz Tv’de yayınlamaya devam ediyoruz. Tabi o eski tadıyla değil.

Neden böyle düşünüyorsunuz? Kanalınızda yer alan tüm belgesellerin ayrı bir tadı var.
Teşekkürler. Ancak toplum değişti, değerlerimiz değişti, bu tip şeylere ilgiler farklılaştı. Bu yüzden İz Tv’de Haberci’den ziyade amacım ve niyetim kanalın içindeki diğer belgesel programını daha çok çoğaltmak ve içeriklerini arttırmak.


Sipa ajansında çalışırken sizinle birlikte Lübnan’lı Ali Musa görüntü almayı bırakıp kurtarma çalışmalarına katılmıştınız. Ancak bunu yapmayanlar da yok değil öyle değil mi?
Biz bu işi yapan kişiler, fotoğraf muhabirleri, rambo filan değiliz. Sonuçta hepimiz insanız. Bunu ben değil bütün arkadaşlarım yapıyor. Toplumsal bir olayda yaralı bir çocuk görsem fotoğraf çekmeyi bırakır ona yardım ederim. Bunun aksi olması zaten yanlış olur.

Ancak bazen eli kolu bağlı hiçbir şey yapmadan işlerine devam edenler de var.
Evet var. Bu o insanların eksikliği. Ben zaten bu amaçla gitmiyorum savaşa. Ama yanımda ihtiyacı olan insan varsa kim olursa olsun ona yardım eder. Ben bir kahraman değilim bu anlamda. İnsani görevimi yerine getiriyorum sadece. Ancak dediğiniz gibi dünyada bunu yapmayanlarda olmuş. Fotoğrafçı bir meslektaşımız bunu yapamadığı için intihar bile etmiş. Afrika’da bir çocuğa akbaba saldırısında yardım edemeden işine devam etmiş. Bunu nasıl açıklayabilirim, mesleğini çok seven bir insanın işine olan konsantrasyonu çok şeyi fark edememesine de yol açabiliyor zaman zaman. Bu yüzden de kimseyi yargılayamam. Şöyle demek istiyorum; ben yaptıysam bunun adı kahramanlık değil yapamayanlar da cani değil.

Biraz da belgesel sponsorluğu konusunda konuşmak istiyorum. Belgesel sponsorluğu hala eskisi kadar zor mu?
Türkiye gelişmekte olan bir ülke. Türkiye’de sponsorluk kavramı daha çok yeni oluşuyor. Yani bırakın belgeseli Türkiye’yi dünyaya tanıtacak ciddi film konuları var. Çok uzağa gitmeyelim. Şu anda yaşadığımız en güncel olaylardan biri İsrail krizi… Holokost döneminde bir iş adamının Yahudileri nasıl kurtardığını gösteren bir film yayınlanmıştı. Kurtarmayı bırakın kurtarma sırasında hamile karısını kaybeden bir konsolosumuz vardır. Ben devletin yerinde olsam onun filmini yapardım. Ve tüm dünya televizyonlarında da verirdim. Ancak Türkiye’de bunla ilgili iştigal eden kültür bakanlığımızın içinde böyle bir anlayışa sahip insanlar ne yazık ki yok. Hiçbir zamanda olmadı. Bakanımız istese bile mevzuatlar ne kadar el verir ki… Şimdi Recep İvedik gibi bir film 5 milyon tane izleyici topluyorsa bu tip filmlere niye destek olalım diyeceksiniz. Sosyal sorumluluk kavramı da sağlıklı değil maalesef. Bu yüzden bu konularda fazla konuşmak yerine biz işimizi yapıyoruz, kalitemizi arttırmaya bakıyoruz. Sponsor olmak isteyen niye sponsor olacağına karar verir ve olmak isteyeceğini zaten bulur. Bu belgesel midir, film midir, Recep İvedik midir, çok ciddi bir yapıt mıdır onu kendilerine bırakalım. Dilenci gibi dolaşmanın hiçbir anlamı olmadığı gibi sponsor olmaya talip olanları yargılamanın da hiçbir anlamı olmadığını düşünüyorum.

“Yamyamlar arasında” adlı bir belgeseliniz var. Dünyada bu işi sapıklık derecesinde zevk için yapan da var yaşamak için yapan da. Siz burada o kabile ile yaşadınız. Neler gördünüz?
1960-1970’lere kadar dünyada insan eti yemek konusunda belirli yerler gösteriliyordu. Dünyada yamyamlık olayı çok farklı. Âşık olduğu sevgilisini parçalayıp yiyen de var sadece zevk için yiyen de… Birkaç yıl önce bu konu üzerine bir Rus yargılanmıştı. 40’ın üzerinde kadın yemişti. Bu sebepten ötürü de idam edilmişti. II. Dünya savaşında açlıktan hiçbir şey yiyemeyen, yemek bulamayan insanların, insan eti yediğini de biliyoruz. And dağlarına düşen bir uçak yolcuları, yaşayabilmek için ölülerini yemişlerdi. Ama bazı toplumlar insana ait hem cinsini yeme özelliğini 1980’lere kadar korumuştu. Papua Yeni Gine’nin yanı başındaki bir adada bu olayların var olduğunu misyonerlerden duyuyorduk hep. Oraya belgesel yapmaya gittim ve geçmişte insan eti yiyen, yeme gerekçelerini de hayvansal protein olmadığını çünkü burada memeli hayvan yaşamadığını anlatmışlardı. Çamurda yaşayan bir takım böcekler dışında başka hiçbir şey olmadığını dile getirmişlerdi.

Bir insan nasıl yaşabilir o halde?
İnsanoğlu gariptir ki anne sütü içerisinde beslendiği süre zarfında hayvansal proteine alışır. Bunu alamadığı zamanda da vücudunun tepkileri onu abuk sabuk şeylere götürebilir. Yani insanlar ramazan ayında 8 saatlik açlıkla mücadele veriyorlar. Ama bu diğer anlattığımla kıyaslanacak bir durum değil. 1 ay boyunca ağzınıza peynir, süt, et sokmayın değişimi göreceksiniz. Bu insanlar da kendi ölülerini değil savaştıklarında öldürdükleri insanların etlerini yiyorlar. En son örneklerini yaşadığım bir adaya gitmiştim. Buna ilişkin bir belgesel çektim. Hem cinsini yiyen ve bunu zevk olarak yapanlar var elbette şu anda dünyada. Bu hastalık olarak tanımlanıyor. Sadizm ya da sapıklık olarak da tanı konuluyor. Biz ise ihtiyaçtan kaynaklanan konunun belgeselini yaptık.

Halkımızın belgesele olan ilgisinden bahsetmek istiyorum biraz da… İz Tv dışında da bazı kanallarımızda belgesellerimiz yayınlanıyor.
Halkımızın belgesele olan ilgisi, sevgisi gerçekten olsaydı İz Tv’den önce bir sürü kanal kurulurdu. Ne yazık ki halkımız önce kitap okumayı sevmeyen bir toplum. Çocuksu meraklarını bırakmış, sadece ihtiyacı olanların peşinde koşmayı seven bir halk. Bugün ihtiyacı bastırılmış cinsellikse, kısa yoldan zengin olmak ise, ortaya koymak istediği gücünü diğer güçlerle birleştirip toplu bir kolektif güç olup ortaya çıkarmaksa ilgi duyduğu alanlar da onlara yönelik olacaktır. Yani futbol izlemek onun için tatmin edici bir şeyse onu izler. Dediğim gibi televole gibi programlarda başkalarının özellerini sanal dünyalarında onlara empati yapmaksa onlarla uğraşır. Ben şimdi bugün belgesel izlemek istiyorum, diğerlerini izlemek istemiyorum demez. Kanalımızı izleyici sayısı iyi ki kanal yayınlanmaya devam ediyor. Bırakın bugün kanallar programları izlenmediği zaman yayından kaldırılıyor. Yani sonuçta kanalımız hiç izlenmemiş, hiç bakılmamış olsaydı Dijitürk tarafından sonlandırırlardı.

Kanalınız gerçekten başarı gösterdi ve hala ayakta durması buna bağlı.
Evet. Dijitürk bu kanalı kurdu, hem izlenme oranları hem dünyada almış olduğu ödüller hakikaten sağlıklı bir geri dönüş getirdi ki, kanalımız hala ayakta varlığını sürdürüyor. TRT bir belgesel kanalı kurdu, bir başka kanal bir belgesel kanalı daha kurdu. Gönül ister ki daha farklı belgeseller yapılsın.

Belgesellerde olmazsa olmaz müziklerin yeri çok önemli hiç kuşkusuz.
Elbette bu konun önemi çok fazla. Ben bir önceki meslek dönemimde bildiğiniz gibi fotoğrafçıydım. Yani fotoğrafının çekerken olmazsa olmaz kuralları bellidir. Ancak belgesel dediğimiz zaman sizin yönetmenliğinizde, kameranızda, sizin kurgunuzda yapılan bir şey değil. Birçok insanın yaratıcılığını ortaya koyduğu bir çalışma bir eser…

Yurt dışında Türk belgeseline olan ilgiyi hep merak etmişimdir.
Yurt dışında gelişmiş ülkelerde belgesel bir ihtiyaç. Gelişmekte olan ülkelerde ise böyle bir açıklık var ki neticesinde belgesel kanalı kuruldu. Ben hala bazı ülkelere haberci dönemimde yapmış olduğum çalışmalarımı satıyorum. İhtiyaç var ki izleniyor, merak ediliyor. Bunu yapan Türk müdür, Venezuella’lı mıdır, Amerikalı’mıdır bakılmıyor. Sonuçta sizin yapmış olduğunuzda olmazsa olmazlar etik kuralları, grafiğinden tutun sunumunda müziğinde belgeselin de olmazsa olmaz öğeleri varsa bir alt yazı da koyup izletebiliyorlar. Dünyada Türkiye dışında dediğimiz bir alıcısı var ki ben 15 yıl önce yapmış olduğum belgeselleri yurt dışına satabiliyorum.

Genç kuşak belgesele nasıl yaklaşıyor?
Maltepe Üniversitesinde öğretim üyeliği yapıyorum.



Öğrencileriniz sizin gibi değerli bir kişi ile olmaktan büyük mutluluk duyuyor olmalılar.
Maltepe Üniversitesi’nde haftada 2 saatlik derslere giriyorum. Aynı zamanda bazı öğrencilerim benim elemanlarım. Onlarla yaptığım bazı çalışmalar var ve halen devam ediyor. Bunun dışında bölge okullarına söyleşilere katılıyorum. Gücüm yettiği kadar Türkiye’nin bütün okullarında öğrencilere ulaşmaya çabalıyorum. Ama bir belgeselci ağabeyleri gibi değil. Çünkü çoğu belgeselin ne olduğunu bile bilmez. Çocuklara gidipte bunu izleyin, şunu seyredin demek olmaz. Onlar ne isterlerse onu izlemeliler. Ailenin tek seçici olması gereken kon, çocukların zamanının çok değerli olduklarını bilmeleri. 3–7 yaş arasındaki çocukların genel kültürlerine uygun programlar, uygun yapıtların tercih edilmesi gerekiyor. Çünkü eğitim çok önemli ve onları yönlendirmek de… İzledikleri her neyse hayatlarında belki girdaplara, travmalara yol açacak şiddet içerikli, abartılı tanımlamaların olduğu, dinsel, ırksal ayrımcılığa götürecek şeyler çok var. Bu amaçla ben onların karşısında belgeselci ağabeyleri olarak durmuyorum. Yaş gruplarına göre bir takım sunumlar yapıyorum çünkü bilgi ilaç gibidir.

Güzel bir örnek geliyor sanırım.
Rica ederim. Şöyle anlatmak isterim; aspirini bebeklere verdiğiniz zaman onun içeriklerine uygun olanı vermeliyiz. Kalp hastalarına farklı, yetişkinlere ayrı, migreni olanlara dozu daha yüksek olanını seçmeliyiz. Yoksa siz çocuğa 1000 cc’lik bir aspirin verirseniz midesini delersiniz. Bilgide aspirine benzer. Bilgide öyle gelişigüzel verilmez. Ben verdim o istediğini alır denmez. Her yaşın, her eğitimin alınacak bilgi aktarımı farklıdır. İşte bu misyonumu sürdürerek elimden geldiğince bütün okullara gidiyorum.

Peki, Coşkun Aral belgesel çekimi öncesinde nasıl bir hazırlık yapar?
Önce araştırır, sonra takip eder, yapılmışları görür ve kıyaslama yapar. Bir aşçı nasıl önce kullanacağı malzemeleri seçerse ben de bu şekilde çalışırım. Zamanlama çok önemli. Bir aşçı örneğini verdim buradan ilerlemek istiyorum.

Büyük bir zevkle sizi dinliyorum.
Şimdi bir aşçı gelip de enginarı konservelisini almaktansa zamanında toplamayı tercih ediyorsa ben de araştırmalarımı bu yönde yapıyorum. Enginarı pişireceği ve içinde kullanacağı malzemeyi nasıl topluyorsa ben de bilgilerimi topluyorum. İşte bunların hepsi, oluşum süreci, içeriğinin dolacak malzemeleri, bunların seçimi, onları getiren insanlar ve içeriğinin kalitesi ve sunum. Bunlar derinlemesine bakıldığında tam bir ekip işi değil de nedir.

Bundan daha güzel bir açıklama olmazdı herhalde.
“Annemin Yemekleri” adlı kitabınızdan bahsetmek istiyorum biraz da. Bu kitabı neden çıkarmak istediniz?
Annem geçen yıl bir ameliyat geçirdi.

Çok geçmiş olsun.
Teşekkürler. Ameliyat sonunda kendisine bir hediye etmeyi planlıyordum. İşte bizi büyütürken alıştırdığı tatları kız kardeşim ve eşim ile birlikte bir envantere dönüştürdük. Bu arada bir ajanstan arkadaşımız devreye girerek bize destek oldu. Ve Ariston’un da katkılarıyla bunu gerçekleştirdik. Ancak başta amacımız sadece promosyonel anlamda bu projeyi gerçekleştirmekti. Fakat daha sonra bu kendi kendine öyle bir hal aldı ve o kadar talep gördü ki ben bu kadar tahmin etmiyordum. Halen baskısı devam ediyor. Geliri ise Türk Eğitim Vakfına veriliyor. Dünyada yemek çok önemli bir yer teşkil ediyor. İnsanı insan yapan üç öğeden biri yemek isteği, doyma isteği insanları da yücelten şey o yemekteki kalite ve lezzet arayışı. Ben ailemde o lezzet arayışını biliyorum.

Siirt’lisiniz.
Evet Siirt’liyim. Ama ailemizin mutfağında Türkiye’nin belli başlı bölgelerinde var olan bütün yemekler pişirilirdi. Bu yüzden hiçbir tadın yabancısı değilim. Bu amaçla kitapta bunlarım tümünü derledik. Eşimde fotoğraflarını çekti bir kısmının. Güzel bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Kesinlikle çok güzel bir kitap olmuş.

Bu kadar yemekten bahsetmişken sormadan edemeyeceğim. Mutlaka güzel yemek yapıyorsunuzdur.
Valla, açıkça söylemek gerekirse güzellik göreceli bir kavram.

Elbette.
Her gün aynı yemeği yersek olmaz. Tek başıma kaldığım zamanlarda yemek yaparım ve yerim. Güzel mi hoş mu orası kişiden kişiye değişir ama her gün aynı yemeği sevmem öncelikle onu söylemem gerekiyor. Sevmediğim yemek ise, pırasa.

Belki de çoğu insan sevmez. Hiç mi yiyemiyorsunuz?
Hiç yiyemiyordum ama bu anlamda kendimi eğittim. Pırasa yiyebilmek için pırasa yeme dersleri aldım.

Çok hoşmuş gerçekten.
Evet. Mücverini yaptım, köftesini ve böreğini. Sonuçta onu bile yenir hale getirdiniz.

Kendinizi hangi konularda eleştirirsiniz?
Elbette yanlışlarım, hatalarım oldu ya da olacak. Olmaması için çaba gösteriyorum. Neden arayışlarına elbette girerim ama öncelikle yetişkin bir insan olduğum için sorumlusu yine ben olurum. İşte orda özeleştiri vermem gerekir. Başkasında suçu aramaktansa önce kendimde ararım. Belki de boğazıma daha az önem vermem gerekir. Kilolarımdan ötürü şikâyetim var çünkü. Sağlığıma gereken önemi vermediğim için kızarım belki de kendime…

Yapamadığınız ve yapmayı düşündüğünüz projeleriniz var mı?
Proje hırsızlığının çok yoğun yaşandığı bir ülkede olduğum için belgesel yapmaya devam edeceğim ama bu sorunun yanıtı olarak şunu yapacağım bunu yapmalıyım diyemem. Uzaya göndermek isteyen bir sponsor varsa uzaya da giderim.

Kitap yazmayı düşünüyor musunuz? Belki kendi hayatınızı…
Hayır, kesinlikle düşünmüyorum. Ben belgesellerimi yapmak istiyorum. Öyle yazar olma niyetinde değilim.

Eşinizde İz Tv’de sizinle çalışıyor bildiğim kadarı ile.
Evet, o benim tamamlayıcım aslında. Araştırmalarla uğraşıyor daha çok. Beraber bazı seyahatlere geliyor.

Küçük bir kızınız da var.
Evet. Kızımız da bizimle bazı gezilere katılıyor. Ama kızımın öncelikleri arasında okulu, eğitimi geliyor.

Kaç ülke gördü bu küçücük yaşında?
17–18 ülke görmüştür.

Daha çok küçük. Ancak o küçücük beyninde kim bilir neler saklıdır.
Çocukların hafızaları bu anlamda müthiş gerçekten.

Bir belgeselci olarak müzikle aranız nasıl?
Müzik hastası olmadım hiçbir zaman. Kulağıma hoş gelenleri dinlemeyi tercih ediyorum. Klasik müziği dinlediğim zaman da var jazz da… Olduğum ortam ve durum psikolojime göre dinlediğim müziklerde de değişim gösteriyor.

Peki kitaplar? Aslında bu soru biraz garip oldu çünkü zannediyorum okuduğunuz kitap sayısının haddi hesabı yoktur.
Ben tarihi araştırma, bilimsel araştırma, roman, anı, gezi, günlük türündeki kitapları okuyorum. Tarihte yapılan yolculuklara ilişkin kitapları seviyorum. Gideceğim ülkelere ilişkin kitapları tercih ediyorum. Gideceğim ülkelere, yapacağım araştırmalara göre kitap seçimlerim değişiklik gösteriyor. Zaten yapmış olduğum çalışmalarda kaynaklarını hep kitaplar belirliyor. O yüzden en son okuduğum bir kitap değil ihtiyacım olan kitaplara göre seçimlerimi gerçekleştiriyorum.

Şu anda okuduğunuz kitabınız ne peki?
Yemen üzerine bir kitap okuyorum bu aralık. Osmanlı döneminde bu güne kadar orada yaşanmışlara ilişkin bir takım anılar var. Bundan öncesinde de mimarlık belgeseli için mimarlık üzerine bir kitap okudum. Yani kitap konusu için sorduğunuz soru biraz değişken gördüğünüz gibi.

Evde nasıl birisiniz?
Yaşamayı çok seven biriyim. Eve de birazdan gideceğim. Bu soruyu eşime sormanız gerekiyor.

Dopdolu ve çok keyifli sohbeti için kendisine tekrar teşekkür ediyor ve yeni belgesellerini dört gözle bekliyoruz.